29 Nisan 2020 Çarşamba

Belçika'da çilek






Brüksel’den taşındığım için serinin adını Belçika’ya çeviriyorum. Gönül isterdi bunu alfabenin dördüncü harfi yerine daha sonraki harflerinde yapayım ama yazı yazmak ve aslında sadece o da değil; herhangi bir şeyi düzenli yapmaktaki tutarlılığım pek yüksek değil. Motivasyon otururken mı gelir yoksa yapmaya başladıktan sonra mı konusundaki araştırmalar ikincisinin doğruluğunu gösteriyor ancak o itici gücü bulmak, getirmek veya edinmek -artık nasıl geliyorsa!- herkes için kolay olmuyor. Amiyane tabirle yazacağım: g.t istiyor! 


Fizikte bir cisme ilk hareketi veren kuvvetin adını düşünüyordum, hatırladım: impetus. Türkçe’de ne diye öğrendik diye bir bakayım dedim, düşünmeye gerek yokmuş zaten apaçık bir terim: itici güç. İşte onu ararken eylemsizlik kuvvetine denk geldim. Ne olduğunu biliyorsunuzdur zaten ama oldukça anlamlı olduğu için alıntılıyorum Vikipedi’den:

“Eylemsizlik kuvveti yoktan var edilemez. Var olan enerjiyi cisim yine kendi haline, yani hareketsiz haline dönmek için kendi hareket yönüne zıt bir kuvvet oluşturup kullanır. Evrende madde her zaman ilk hareketini korumak ister, yani duruyorsa durmak; hareket halindeyse o hızda harekete devam etmek ister. Cisme bir kuvvet uygulandığında cisim harekete ters yönde cevap vererek ilk halini korumak isteyecektir, bu cevap eylemsizlik kuvvetidir.

Bir cisme uygulanan hiçbir kuvvet yoksa ya da cisme uygulana kuvvetlerin bileşkesi 0 ise cisim ya hareketsiz kalır ya da düzgün doğrusal hareket yapar. Örneğin; sıra üzerinde duran bir kitaba dışarıdan bir kuvvet uygulanmadıkça sonsuza kadar bırakıldığı yerde kalır.”

Sıra üzerinde duran o kitap benim. Bu kitap bir hareket ediyor, bir duruyor. Daha önce durduğu zamanlar bu durma halinden bu kadar rahatsız olmamıştı ama bu sefer çok rahatsız. O yüzden ne zaman durup ne zaman hareket ettiğini anlamak için kendi kendini okumaya karar verdi. Bir nevi otoanaliz. Retrospektif günlük. Bu başka yazının konusu.


Konudan, çilekten bu kadar saptıktan sonra başa geri döneyim. Brüksel’den taşındım dedim. Belçikalılara göre büyük şehir, bana göre ilçe olan bir yere erkek arkadaşım vasıtasıyla taşındım. Başlangıçta tek iyi yanı Antwerp’e yakın olması diyordum; sen İzmir’de doğ, İstanbul’da oku, Torino’da Erasmus yap, sonra üstüne Brüksel’de yaşamaya başla ama en son kalk Sint Niklaas’ta otur diyordum. (Sint Niklaas’ta ne var veya ne yok konusu başka bir harfin konusu) Böyle negatif düşünceler -ki sadece bu konuda da değildi- canımı çok sıkıp psikolojimi de olumsuz yönde etkileyince kafamı değiştirmeye karar verdim. Bir gecede değiştirmeyi çok isterdim ama öyle olmuyor tabii. Bu da değiştirmek istediğim şeylerden biri bu arada, hiçbir yardımı dokunmayan ve aksine zarar veren bu sabırsızlık. İşte o yüzden buraya dair güzelliklere odaklanmaya çalıştım, çalışıyorum. Mesela bisikletle beş dakika sonra tarlaların ortasında bulabiliyorum kendimi, atların ve ineklerin otladığı yollardan bir çilek otomatına gidebiliyorum. İlk defa gittiğimde öyle sevmişim ki dönüşte çiftçi mi olsam diye düşünürken buldum kendimi. Tabii buradan çiftçi olmak istediğimi çıkarmıyorum, o sadece başka bir şeyler (de) yapma isteğimin sembolü olsa gerek.




Yazının başında kullandığım amiyane tabire ek bir başkasını kullanacağım şimdi de: hayat beni g.t etmeye devam ediyor, emin olduğum çok şeyi sadece öyle zannetmiş olduğumu bana gösteriyor. Otuzların da olayı bu galiba. Mesela, beş sene once gece saat 2’de yazarken böyle şeyleri; şimdi 22.45’te gözlerimden uyku akıyor. Büyümek güzeldi ve hala güzel; ama bir yerde yaşlanmakla çakışıyor ve o bir yer sanırım tam da buralar.

22 Kasım 2019 Cuma

Brüksel'de cıvıl cıvıl


13-14 yaşlarındayım. 8. sınıf. Alsancak’ta, İzmir Büyük Dershane’nin deney veya etüdünden çıkmışım. Hafta içi, bir kış öğleden sonrası. 121’in geçtiği durağa yürüyorum, Bostanlı’ya eve dönüyorum. Dersler, sınavlar çok iyi; en iyi liselerden birine gideceğim kesin. Bu düşünce her gün umut veriyor bana. Olduğum yerden ‘daha iyi’ bir yere gideceğim, ‘daha zeki’ insanların arasında olacağım. Sokakta yürüyüp bunları düşünürken, Alsancak’ta işlerinden çıkmış genç insanları görünce direkt ‘yapamamışlar’ diye etiketliyorum. Çünkü başarılı olmak sadece şununla geliyor bana göre: İzmir’den İstanbul’a en iyi okula gitmek, İstanbul’dan Amerika’ya bir diğer en iyi okula gitmek, sonra en havalı, en çok para veren ve sadece en başarılı insanların çalıştığı bir yerde çalışmak. Bu en-en-en zinciri o an bulunduğum yerde olamazdı, muhakkak henüz görmediğim, bilmediğim bir yerde olmalıydı. O yüzden büyüyünce hala İzmir’de olmak, burada çalışmak bir adım yol gidememek demekti benim için. Ve ben buna çok uzun seneler inandım. Belki yirmilerin ortasına kadar. Bu denklemin neresinde olduğuma bağlı olarak kendimi üzdüm veya tatmin ettim. Oysa bu bir yargıdan ibaretti. Çocuk kafamın, derinlerde bir yerde özgüven eksikliğine karşı geliştirdiği mükemmeliyetçiliğin vardığı ve beni kendisine inandırdığı bir yargı. Şimdi, hayata dair her şeyin basitliği karşısında büyüleniyorum. Basitliğin bu güzelliği, karmaşık; insanı kendine hapseden lineer bir denklemi darmadağın ediyor. İyi ki de ediyor. Onun yerine, bana hayatı bir resim gibi gösteriyor. Her anın bir renginin olduğu, benzer renklerin aynı olmadığı, renkler aynı olsa bile ışığın farklı vuracağı.

12 Ekim 2019 Cumartesi

Brüksel'de buhran


Ertelemenin alasını yaptım. A’dan Z’ye Brüksel’i yazayım deyip iki sene aradan sonra B’ye geçtim. Kendimi tebrik ederim gibi sarkastik sözler etmeyeceğim; benim alışkanlığım buydu zaten. Değişmek için pek çaba da göstermemiştim birkaç ay evveline kadar. Alışkanlıkları değiştirmenin en etkili yolu davranmak, yapmak. Şimdi uyusam daha iyi olur, internet alışverişimi tamamlasam veya bulaşıkları aradan çıkarsam... Bende sonu olmuyor o an yapılabilecek şeylerin. Fakat kendimi eskisi gibi kandırmıyorum artık; biliyorum ki bu benim huyum. O yüzden huyuma selam veriyorum ve diyorum ki ‘sen beni yazı yazmadan caydırmaya çalışıyorsun şu an’. Öyle deyince de diğer yapılacaklar listesini kenara atabiliyor aklım. Şimdi yazması kolay oldu ama yapması pek öyle kolay değildi. Ama işte o yüzden değerli. (Hala kolay değil bu arada. Nitekim bu yazıyı yazmaya başladıktan ta kaç hafta sonra bitiriyorum bilin bakalım: üç. Ama mesele varmak değil, ilerlemek. Mükemmeliyetçi ve ertelemeci aklıma bunları söylüyorum; oturup düşünmek yerine yola çıkmak için. Nereye varacağını bilmesen de olur, bir yere varmasan da olur. Mesela bu yazı yine bitmeyebilir, ama önemli değil. Önemli değil Melis. Daha doğrusu, önemli olan o değil.)

Neslican Tay’ın hayatını kaybettiğini okudum. (Okumuştum.) Birilerinin bir şeyleri çok ama çok istemesi ve sonra alamaması içimi eziyor. Bu kadar çok yaşamak isteyip de hayatını kaybetmesi genç bir insanın... Yataktaydım, küçülüp top oldum okuyunca. Bir şey adına utandım, ne bilmiyorum. Kendimi sakladım. Varlığından mı utanıyor insan o an, kim bilir. Kötüye gittiğinin farkında idiyse ne kadar üzüldüğü veya ölmüş olduğunu bu dünyadaki varlığıyla bilse ne kadar üzüleceği. Can denilen şeyin paylaşılamaması, bedeni elvermiyorsa gidivermesi insanın. Sonra daha elle tutulur bir şeyden utandım ve o yüzden kalkıp yazmaya başladım: nezle olmak yazı yazmaya engel değil, neden sonra onun da huyumun ortaya sürdüğü bir bahane olduğunu fark ettim.

Brüksel’de arkadaşlıklar diye başladıktan sonra B harfinde buhrandan bahsedeceğimi tahmin edemezdim. İlk planlarken (tabii, tabii planlayalım; ‘b’ harfiyle başlayan her şeyi düşünelim ama oturup bir ‘b’ harfini yazmayalım) bira aklıma gelmişti ama klişeleri yazmak gibi bir niyetim yoktu. Sonra Brüksel’deki bankların fotoğraflarını çekip hikayesi var gibi görünenlerden bahsetmeye karar vermiştim ama bahaneler izin vermedi, Brüksel’deki bahaneler.

2018 yazında hem iş hem özel hayatımda kendimi çok strese soktum. Sosyal hayatımı epey boşladım. Bunun farkında olduğum sürece, iç huzurum ve akıl sağlığımı koruyabileceğime emindim. İnsanın aklı her şeyi kontrol edebileceğini sanıyor, bundan emin bile oluyor. Fakat öyle olmuyormuş. Hayatın üç önemli alanındaki (sosyal, iş, özel) dengeyi her daim korumak gerektiğini etkili ve zor bir yoldan öğrendim: kaygı bozukluğu. Anksiyete bozukluğu. Obsesyonlar, ruminasyonlar. Kendini kazımak gibi bir şey bu... Bunun altında ne var, neden şimdi böyle düşündüm, bunu neden yaptım, yoksa şunu da yapar mıyım, ben aslında böyle bir insan mıyım... İnsan aynı şeyi çok fazla düşünürse ne olduğunu görmüş oldum. “Böyle bir şey bana olabilir mi yahu? Korkulacak bir şey olmadığını biliyorum ama neden her şey beni korkutuyor? Neden delirmekten korkuyorum? Yahu delirmek de nerden çıktı? Delirmekten bu kadar korkarsam, işte tam da bu yüzden delirirsem?” Beynime korku tüneli inşa edip kendi kendime oynadım. Eğlenmedim ama çok şey öğrendim.

Dün, Dünya Ruh Sağlığı Günüydü. Ben son bir yılda çok büyüdüm, kendi tarihimde bir çağ bitti. Değiştim. Kendimi tanıdım. Yıllar evvel yine buraya yazmışım: “mutsuzlukların sana seni tanıtır aslında”. Aşka düştüğüm bir dönem öyle demişim ama aslı, korkuların sana seni tanıtır olacak. Ne komik, on beş yaşındayken ‘olduğumu’ zannediyordum: “ben kendimi biliyorum ya, ben buyum işte. Tanıyorum ben kendimi, hayatta ne yapacağımı, aşağı yukarı neler olabileceğini kestiriyorum. Şu an ne hissediyorsam da hep öyle hissedeceğim.” Büyüklerin dediği ne oluyor oluyor çıkıyor. Büyükler deyince de bir garip oldu. Çünkü şimdi ben de o büyüklerden biriyim, kendi çocukluğuma ihanet etmiş gibi hissediyorum ama gerçek olan bu. Hayat, bu şakayı yeterince yaşamış olan hepimize yapıyor.

Yeterince yaşamış olan hepimiz, dedim... Büyümek, yaş almak, yaşlanmak... Bunlar, getirdikleriyle de götürdükleriyle de çok güzel şeyler. Bu yaz, yengemin yirmi yedi yaşındaki yeğeni kalp krizinden hayatını kaybetti. Derin. Hala konduramıyorum, ölüm gence, bir de aileden bir gence dokununca akıl tam kabul etmiyor hiçbir zaman. Küçükken yengeme (Sinem) hayrandım, Sinem her şeyin ‘en’iydi; Sinem gibi olunacaktı, Sinem gibi yapılacaktı. Benden üç yaş küçük yeğenine (Derin) de özenirdim, Sinem’e benden daha yakın olduğu ve hep daha yakın olacağı için. Derin öldüğü gün bu düşünceler aklımdan geçiyordu. Evde onlarca insan, koşturmaca varken. Türkiye’ye bir haftalığına bayram tatiline gelmiştim, ne biçim denk gelmişti. Bir ara annemin sesini duydum, bir grup insanın toplanmış olduğu çalışma masasının oraya çağırıyordu: “Melis sen bir kontrol et bakalım anlam düşüklüğü oluyor mu.” Ne? Vefat ilanının dil bilgisi kurallarına uygun olup olmadığını kontrol etmemi istiyorlar... Hayat bir şaka. Yaklaşık yirmi sene önce, Derin’in odasında Spice Girls konseri izlediğimiz, bir yandan Barbie oynadığımız geceye gittim; nereden bilebilirdim Derin’in ölüm ilanının Türkçesini kontrol edeceğimi... Bundan daha saçma bir şey olamazdı. İnsanın şu çaresizliği yok mu.

Bir ölümden sonra farkındalık kazanmak işten değil elbette, ister istemez oluyor. Ama asıl, kaygı öğretti bunu bana. Basit dilekler diledim: bir şey düşünmeden yemek yiyeyim ne olur, aklım bir şeye takılı olmadan film izleyeyim, yürüyeyim... Kaygı ve korkularımı yönetebilmeye başladığımda, anda olduğum her ana şükrettim. Daha önce hiç bu farkındalıkla yapmamıştım bunu. Daha önce, öyle bir mutluluk ve heyecan da hissetmemiştim. Yeniden doğmak, bir şeylerin elinden kendini geri almak gibi; kendine kavuşmak bir nevi.




4 Haziran 2017 Pazar

Brüksel'de arkadaşlıklar


Brüksel’e taşınalı dokuz ay oldu, daha hiçbir şey yazmadım. Birkaç majör olayda kendime ayıp olmasın diye günlüğüme bir şeyler karaladım ama o günlük de yani… Üç ayda bir çıkan dergi gibi; dokuz ayda üç yazı.
İlk gittiğim günün akşamı. Etterbeek, Brüksel.

Sonunda kovalayacak bir tema buldum: a’dan z’ye Brüksel. TRT’ye program yapmıyorum, sizin Brüksel’e gelmeniz durumunda işinize yarayacak şeyler yazmayacağım sürekli; canım ne isterse o. Bu durumda ilk yazıda gönül isterdi ki Brüksel’de aşkı anlatayım ama birçok şey öyle onursuz yaşandı ki, bu hikayeleri alfabenin sonuna sakladım: Brüksel’de ziyan olan aşklar. Yirmi sekiz harf daha ziyan mı yaşanacak, orası kısmet. Hikayeleştirerek anlatırım belki, aksi takdirde çok kişisel olur.

Arkadaşlardan başlayayım dedim. Özet geç derseniz, kolay olmadı ama güzel oldu. Arkadaşlık demek yaşınız kadar yılın emeği demek; bunu gönüllü ve karşılıklı bir yatırıma benzetiyorum büyüdükçe. Yabancı bir ülkeye gidince bu anlamda neredeyse sıfırdan başlanıyor. Bu gün sahip olduğunuz çevrede, okuduğunuz okulların çok büyük etkisi var. Böyle düşününce, bir ülkede hiç okula gitmemiş olmak eksi bilmem kaç arkadaş demek oluyor.

Başlangıçta, 2015’te rast gele tanıştığım Brüjlü biriyle nispeten sık vakit geçiriyordum. Özet geç derseniz, kendisi bana araba kullanmayı öğretti. Önemli bir misyon. (Belki kendisine z harfinde de biraz değiniriz.)

Araba kullanabilmeye öyle anlam yüklemişim ki, aşağıdaki fotoğrafı çekmiştim Belçika’daki ilk parkım diye.

Biraz arka plan: 2008’de ehliyetimi aldıktan sonra hiç araba kullanmadım. (ayrıca bkz. Türkiye’de ehliyet almak) Belçika’ya gitmeden önce İstanbul’da on ders almıştım ama gittiğimde, bir arabanın içinde tek başıma oturmuş ve onu sürmüş değildim. 1 Eylül Perşembe günü işe başladığımda, bir iş arkadaşım beni evden aldı  ve topuklu ayakkabı giydiğim bahanesiyle o gün arabayı teslim almayıp yine onunla Brüksel’e döndüm. Ertesi sabah beni alacak kimse olmadığından trenle işe gittim ve akşamı beklemeye koyuldum. Derken, Brüjlü arkadaşım iş çıkışı arabasız gelip benimkinde yanımda oturmayı kabul etti. O gün, Aalst’tan Brüj’e, Belçika’daki ilk sürüş deneyimimi yaşamış oldum. Ertesi gün ise saatlerce Brüj içi araba kullanımından sonra Brüj’den Brüksel’e (100 km) tek başıma döndüm. Yol boyunca kafamı kıpırdatamadığım için radyoya da elimi götüremedim. Sonuç: Belçika marşları benzeri şarkılar çalan bir radyo istasyonuyla yeni memleketime ısınma turları.


Bir ay sonra o arkadaşımla iletişimimiz yavaş yavaş kesildi ve Brüksel’de birileriyle tanışmam gerektiğini fark ettim. Ve bir koroya katılmaya karar verdim! Bir Cuma akşamı, Brüksel’de ne kadar koro varsa Google’dan bulup inceledim ve bir tanesinin ertesi sabahki seçmelerine gitmeye karar verdim. Veeee bir gay korosunun seçmelerinde buldum kendimi, önceki gece fark etmemişim. Binada rengarenk bayrak sallanıyor, dahası neredeyse gelen herkes rengarenk. Girmek için gay olmak gerekip gerekmediği sorusunu en düzgün biçimde sorup beklediğim hoşgörülü cevabı aldım, seçmelere katıldım ve seçildim! Hangi şarkıyla? Nat King Cole’dan L-O-V-E, parmak şıklatmalı. Ve ilk sosyal ortamım bir gay korosu, ismen Tapalanote, olmuş oldu. İlk konseri de üç ay sonra aralıkta verdik. (Ben turunculardanım.) Bir kağıda Fransızca şarkılardan bir tanesinin Türkçe telaffuzunu yazıp herkesi çok şaşırtmıştım. Nasıl öyle yazabildiğimize inanmıyorlar. Ben de onların nasıl öyle yazdığına inanamıyorum zaten.


Bu tatlı koronun çalışmalarına mart ayından beri ne yazık ki gidemiyorum, haftada iki gün Fransızca kursu programımı baltalamış oldu.

Çok sevgili direktörümün hediyesi olan şu kitapta meetup diye bir sosyal platform bulup tek başıma gidebileceğim aktiviteler buldum. Ekim ayına tekabül ediyor galiba.


İlgi alanınıza göre bir sürü event bulmak mümkün. Ben Cumartesi sabahları bir kafede kahve içmek ve sohbet etmekten ibaret olan bir Expat Club eventiyle açılışı yaptım ve şu an Brüksel’deki en yakın arkadaşlarımla tanışmış oldum.


O sabahı hatırlıyorum. Üf şimdi ‘hellooooo’ diye ortama mı dalacağım diye kendi kendime darlanıyordum. Kafeye girdiğimde yirmi kişilik bir grubu gördüm ve kahve sırasına yöneldim; take-away deyip kaçacaktım. Neden sonra vazgeçtim ve kendimi zorlayıp bir gruba merhaba dedim. Ve o deyiş! Neredeyse herkesle konuştum ve günü daha küçük bir grupla başka bir yerde devam ettirdim. O gün bugündür de çekirdek grup hiç dağılmadı. Bu şehrin bana öğrettiği en önemli şey şu oldu sanırım: fortune favors the brave. Her nerede olursanız olun hiçbir şeyden çekinmeyin, bir merhaba hayat değiştirebiliyor.

O gruptan Doruk, en büyük şanslarımdan oldu desem yalan olmaz. Çok iddialı laf belki ama, dünyanın neresinde olursa olsun her Türk kızının yanında bir Türk erkeğine ihtiyacı var galiba. En iyi wing-man.

                                         xxx



Bu expat grubu hep bir devinim halinde, Coffee Morning’e gelen yeni insanlardan sevdiklerimizi grubumuza davet ediyoruz. (Böyle deyince garip ve çok seçici tınladı ama görseniz hak verirdiniz.) Başka yerden tanışıp sevdiklerimizi de Coffee Morning’e davet ediyoruz.
Kız gruplaşması da olabiliyor tabii zaman zaman. Aşağıdaki kare bir gossip brunch’tan. Altı saat sürdü! Soldan sağa Cansın, Souha, ben ve Laura. 


Bu gruplarda ne konuşuluyor derseniz, elbette İngilizce. Ama Fransızca da öğreniyorum. Fransızca’yı seçmemin sebebi Brüksel’de Fransızca konuşulması ve Felemenkçe’ye (veya Hollandaca’ya) içimin ısınmaması. Taşındıktan beş ay sonra, şubat ayında bir üniversitenin kursuna başladım. Haftada iki gün, toplam altı saat olmasına rağmen maalesef siparişlerimi hala İngilizce veriyorum, tembellik galiba. Bir de ardından gelen Fransızca karşılığı anlamadım mı zaten İngilizce’ye dönüyor konuşmalar. -_-

Neyse, epey komik bir sınıfımız var. Çok uluslu. Aşağıdaki fotoğraf, İtalyan bir arkadaşımın bizi götürdüğü pizza lokantasından: Il Sorriso, Etterbeek.


Bunlar dışında, Mart ayında Rotaract’ın Brüksel’deki uluslararası şubesini buldum ve Doruk ile bir toplantıya gittik. Programlarına biz yetişemesek de yetişebildiğimiz kadarıyla onları da seviyorum. Her daim bir şeyler yapan bir insan grubu. Öyle oldu mu, bir şekilde ‘feels like home’.


Ekstraları da yok değil. Kayıp bir Cuma gecesi Rotaract’la içmeye çıkıldığında ne kadar çok seveceğimden habersiz olduğum bir kızla tanıştım mesela. İtalyan çocuklarla gelen, onların eski ev arkadaşı Katja. Alman. Konuşmamızın başında,  bir önceki gün Ankara’da bir milletvekili mahkemesine manevi destek için gittiği, gurur duyulası bir işi olduğunu öğrendim. Bütün gece muhabbet edip, nihayetinde masanın üzerinde dans eden arkadaşlarımıza aynı gülümsemeyle bakıyorduk.

Türkiye'den bir arkadaşım beni ziyarete geldiğinde isim taktı kıza: Bıcır Reyiz. Daha kendisine açıklayamadım ne demek olduğunu. Çok seviyor konuşmayı, her zaman anlatacak bir şeyleri var. ^^

Birkaç Polaroid. Hashtag’lerin açıklaması hem çok uzun hem çok saçma.
Bıcır Reyiz fotoğraf çekiyor. Hallerbos’tan bir kare. Yılda sadece Nisan ayında iki hafta mor çiçeklerin açtığı bir orman.

Sadece bu kadar değil tabii... Brüksel’de misafirim olan asıl arkadaşlarla bitireyim yazıyı. D harfinde olmalı aslında bunlar, dostlar.
Hüsnü. 1990’dan beri.


Dilara. 2010’dan beri.


Nisan. 2005’ten beri.

Merve. 2003’ten beri.


Tümer. 2011’den beri. 


Ve son olarak her şeyin birleştiği kare. Kuşadası, lise, Brüksel arkadaşlıkları... Amsterdam dönüşü benzin istasyonu molasından; yazıya başlarken tarif ettiğim, araba kullanırken kafasını bile oynatamayan Melis’in, arkadaşlarını Brüksel’den Amsterdam’a götürüp geri getirdiği gezi. İnsan öğreniyor azizim!

Bir sonraki harfte görüşmek üzere.

4 Ocak 2016 Pazartesi

nostalji

Birin çengelini yapmayı bırakmak. Küçük g'nin çengelini ters yapınca öğretmenimizin bize kızması. Ne oldu nihayetinde? Kendimize özgü harflerimiz oldu işte, ne güzel. Ben çok büyük yanlış sanırdım g'lerin çengelini ters yapmayı. Hatta annem bazen imzalanması gereken dilekçeleri öyle gönderirdi de öğretmenim bu hatayı görecek diye rahatsız olurdum. Başka ne var böyle? Dokuz! 9 yerine küçük g'ye benzeyen dokuz yapmak. Öğretmene hoca demeye ne zaman başladık peki? Ortaokula geçmeyi bekledik bunun için. Ancak on yaşından sonra havalı olabilirdin. On demişken... On demişken yirmi iki! VHS marka bir aletimiz vardı, video kaset çalar mı denir ne denir? Televizyonun altında dururdu, saati de gösterirdi. Bilhassa pazar akşamları orada '22' sayısını (rakam değil, sayı! Öğretmeniniz buna da kızmaz mıydı?) görünce bir huzursuzluk kaplardı içimi. Bizimkiler vardı yanlış hatırlamıyorsam, bir ara da Tatlı Kaçıklar. Pazar banyosu olurdu. Hafta sonunun bitmesine üzülürdüm; okulu veya hafta içini sevmediğimden değil de ne bileyim... Hafta sonu güven verirdi. Akşamdan çanta hazırlardım, her şeyin yeri belli olurdu. Boyu uzun kitap ve defterler arkaya, kısalar öne, en öne ise kalem kutusu. (Kalem kutusu birleşik mi yazılır? Hayır hiç de değil. Bir kelime ancak başka bir kelime ile birleştiğinde anlamını yitiriyorsa o kelimeler birleşik yazılır. Mesela kadınbudu köftedeki kadınbudu. Neden? Çünkü kadının budu demek istemiyor, o artık başka bir şey ifade eder olmuş...)

Şimdi de aklıma kırmızı kalem kaybettiğimde ne kadar üzüldüğüm geldi. ''Paramız gitti ühü'' diye üzülürdüm. Manyak mıymışım be? Mümkün vallahi. Ama tabii, bu beni kırmızı kalemlerin niçin özel olduklarını açıklamaktan alıkoymayacak. Kurşun kalem daha sık tükendiğinden onun yeri o kadar büyük değil ama bir kırmızı kalem gitti mi giderdi yani kaç ay. Başlıkların adamı... Kaybedince de üzülürdüm işte. Bir tanışıklığın olmuş olurdu çünkü. Hangi pis sıranın demir ayağında, toz topaklarına bulanmış sürünüyordu? Yoksa sokakta mazgala mı düşmüştü? İşte bu olasılıklar benim canımı yakardı bir nebze. Kalemlikteki o boş lastik, ardından sırık gibi yeni kırmızı kalemin doldurduğu... Tanımadığım etmediğim o kırmızı kalem. Oysa ki o ara boydaki kırmızı kalemim kadar güzel olamazdı hiçbir zaman.

Hayatımın ilk dördü geldi şimdi de aklıma. ''Işık ılık süt iç.'' diye bir okuma fişi vardı, hatırlar mısınız 90'lar çocukları? Sondaki 'iç'i yazmayı unutup ''Işık ılık süt.'' yazmışım; seksen almıştım. Allahım ne üzülmüştüm. Sütmek diye bir fiil olmasını ne de çok istemiştim. Oysa bilseydim ki hayat elliden altmıştan sonra alınan doksan ile güzel. 

Evet, bence mesajımı verdim ve burada bitirebilirim.

Not: Osmanbey Borsa Lokantasında oturmuş Nisan'ı beklerken telefonumun şarjı bitince kağıt kalemle vakit geçirdim. O yüzden işte bu yazının orijinali kağıtta ve biraz daha farklı. Buraya yazmak bazı anlatım bozukluklarını düzeltmeye yarasa da, el yazısı ile ilgili her şeyi anlatmaya izin vermedi. Gözünü sevdiğimin kağıdı kalemi.



6 Aralık 2015 Pazar

gidenler

Dede. Benim dedelerim gideli çok oldu. Şimdi de büyük ailemizin son dedesi, Fevzi Enişte.

Ölmenin öyle bir algısı var ki gözümde, ölen kişi sanki habersiz gidiyor, ayıp ediyor, bizi bırakıyor gibi geliyor. Öldükten sonra her nereye gidiyorsa insan, bir arayıp 'ya n'oldu! şimdi mi! of be!' gibilerinden şeyler konuşmak istiyorum. Göğsümde kalıyor... Varlığını vermek istemiyorum insanlarımın, daha iyi bir 'yer' bile olsa gittikleri. Bencillikse bencillik, sevmekse sevmek.

Kuşadası'nın yeri bende çok ayrı, Kuşadası'ndaki insanların da. Birçok kare var, her yaz aynı. Bebekliğimden beri. Büyüdükçe içinden insanların eksildiği kareler başıma bela oluyor. Ben zaten hep çok ağlardım, ağlayacak şeyler de azalmıyor büyüdükçe. Yere düşmüyorum, bisikletten düşmüyorum, dizim dirseğim kanamıyor artık ama başka şeyler daha hızlı birikiyor. Ölümleri normalleştirmek lazım.

Ben yine Kuşadası'na gittiğimde aynı insanlarla oturup yemek yemek istiyorum. Bir koltuğu boş görüp hüzünlenmeyi kaldıramayacağım. Yeşilin ve mavinin, geceleyin de lacivertin ve esintinin tadını eksilerek çıkartmak istemiyorum. Ayrıca, çocukken geleceğin hayalini kurduğumuzda, etrafımızda o an kimi görüyorsak hepsini içeriyordu o gelecek. Gelecek geldiği zaman gitmeleri tam bir haksızlık. Biz bunu hesaplayamazdık. O yüzden ölümün yanında getirdiği bunca hayalkırıklığı. Hayatımızın bu kadarını mı göreceklerdi yani? Torunlarla dedeler/büyükanneler arasındaki yaş farkını azaltabilir miyiz lütfen?

Hoşgeldin kızım.
N'aber Melisa?
Yemeğe kalsana kızım.
Otur ye kızım! Teyzen patlıcan yaptı.
Anneannen nasıl?
Çağrı denizde.
Çağrı uyuyor.
Söke'den bir şey lazım mı?

Ağzına s.çtığımın hatıraları.

Huzurla...

22 Ekim 2015 Perşembe

yuvarlak

Yuvarlak masanın yarattığı samimiyet hissine takıldı bugün gözlerim. Hisse göz takılır mı hiç, demeyelim. Minik kare bir masada tek başıma otururken, az ötede benimkinden çok da büyük olmayan yuvarlak bir masada oturan dört kişilik bir insan grubu çarptı gözüme. Grup yerine insan grubu dememin bir sebebi var, bazı insanlara insan kelimesi gerçekten yakışıyor çünkü. Belki de, insan kelimesinin hiç yakışmadığı grupların artmasından dolayıdır bu kontrast.

Samimiyet diyordum. Hoşuma gitti işte. Yakınlardı, gülüyorlardı. Küçükken anneannemle dedemi görmek için Söke'ye gidişlerimiz geldi aklıma. Oradaki mutfak masası da öyle yuvarlaktı. Sonra oturma odasının sıcaklığını ve tuvalete gitmek için kapıyı açtığımda vücudumu saran o koridor soğuğunu hatırladım. Yine bir kontrast, bir diğerini güzel kılan. Soğuğun ardından gelecek sıcağa kısa süreli bir özlem.

Çetin Altan ölmüş bugün. Doğum tarihi 1927. Anneannemi düşündüm, kendi neslini düşünüp içinden geçiriyor mudur acaba: 27'liler ölüyor, yaklaşıyor diye... Peki ya biz de 87'lilere mi diyeceğiz bunu? İnsan hep kendiyle kıyaslıyor, başka bir yerden bakmak zor geliyor. Böyle hiç büyünmez ki. İnsan bir yerlerde hep çocuk, küçük, genç kalır sanki. Ölmeyi yakıştıramaz kendine.

15 Haziran 2015 Pazartesi

eski bir not

insanın olamadıkları, varlıkta eksiklik sebebiyle bir hafiflik sağlayamaz mıydı o temelli gelip çöken ağırlık yerine? 

camiye çocuk bırakmış gibiyim, mevzu geçmişte bıraktığım bir tarafım. kendimi mi özlüyorum, o zamanki isteklerimi mi bilmiyorum. uyumadan önce bile farklı olurdum. uyumadan önce bir ömür geçerdi, ben aklımda neler yazardım… şimdi yattıktan en geç on beş dakika sonra uyuyorum. kendimle uğraşmayı bıraktım mı yoksa? acıtmıyorum artık ama hissettirmiyorum da mı aynı anda?

sabaha karşılar beni özlemiştir belki de. bu kadar sıkılan bir ruh eksildi ondan. yerime kimi koydun ha, o olmayan sabahlar?

. . . 

istanbul’un en soğuk kışlarından birinde, yoğun kar yağdığı bir dönemde, sabahın ilk ışıklarında içi kaynıyordu buz kesen vücudumun. bir şekilde, bir mühür arıyordum. o ana dönebilmek için. sokağa, kaldırımlara, o eski apartmanlara bakıyordum: bu anı yaşıyorum, unutmayın! diyordum. unutmadılar, biliyorum. çünkü ben taksi ile giderken etrafıma pek bakmam ama o sokaklardan geçerken içimden bir şey çenemi kaldırmamı söylüyor ve her seferinde aynı şey oluyor. sözleşmişiz o sokaklarla. o sokaklardan geçen en mutlu insan olma şerefi bana ait ve beni her zaman selamlıyorlar. 

en mutlu kadınlardan biri olamam hiçbir zaman, biliyorum. yirmilerimde olduğum bu kadın, mutsuz anlarından çok şey öğrendi. şu an mutlu da olsa insan mayası bu; bulur yine onları. hem mutsuzlukların sana seni tanıtır aslında, bir düşün bunu...

25 Ocak 2015 Pazar

Gün 6

6. gün için bekledim. Bir önceki günün sonunda, bu günün hayatımızın en güzel günlerinden biri olacağını yazdığımda beklenti çok yükseldi muhtemelen. Karşılamaz ama söyleyeyim...

                                                                             * * * 

Uyanıyoruz. Dün akşam Sergio sahildeki muhtelif duvarlardan birinin önünü göstermiş, buradan saat 12'de alacağım sizi demişti. On ikiye kadar vaktimiz var. Otelden çıkış yapmamız lazım, eşyalarımızı toplarken Benjamin'in evinde kaybolan yeşil elbisenin yine ortalarda olmadığını görüyoruz, n'oldu ona sahi? Benjamin ve Elodie Monaco'da havai fişek eşliğinde yemek yediler dün akşam, Allah içlerine sindirsin diyorum üç sokak aşağısına. Sonra içimden şu geçiyor, ben yıllar önce Erasmus'tayken, buraya Benjaminlerle geldiğimde akşam sahilde şişe çevirmece oynamıştık, birileri gerçekten çok büyümüş ama ben hariç.

                                      
    Günaydın karşı bina ve belki dün akşam bizi pencereden görmüş ama bir daha görmeyecek gözler. 

Neyse. Çıkıyoruz otelden. Sergio ile buluşmadan önce bir süpermarkete gireceğiz. Erasmus'tayken Benjamin sayesinde tanıştığım Le Petit Marseillais markalı her şeyden koklamak, param yettiğince de almak istiyorum ve bu Nisan'a da bulaşıyor. Oranın Komilisi olan bu markayı neden seviyorum bilmiyorum. Özentilik işte.


Duş juli, sabun vs. aldıktan sonra sahil tarafına ilerliyoruz ve Sergio'yu torbalı teyzelerin otogarda beklediği gibi bekliyoruz. Ve geliyor! Yahu harika, bu duvar önü buluşmaları hiç sekmiyor. Arabaya biniyoruz ve bizi çok güzel bir sahile götüreceğini söylüyor. Yolda çalan müzikler çok tatlı. Bir ara, İtalyanca'daki cümle yapısı sebebiyle 'I could like Turkish music.' diyeceğine 'Turkish music could like me.' diyen Sergio'ya çaktırmadan gülerken Nisan'la da aynadan göz göze gelmeye çalışıyorum ancak anlaşılan kendini tutamayan bir tek benim.

Yollar çok güzel... Deniz, tenha sahiller, bir yerlerde önünden geçtiğimiz Fragonard parfüm fabrikası... Bir de fazla güzel evler. Sergio'nun istediği sahile inemiyoruz ama bir yerlerden geri dönüp bizim asla unutamayacağımız Eze'e geliyoruz. Ne kadar güzel olabilir? Hayatım sadece o günün öğleden sonrasından ibaret olabilir, kabul. Çocukken, kimsenin olmadığı sessiz evde, öğleden sonra çizgi film izlerken kurduğum hayaller gerçek olmuş sanki. Öyle bir his işte. Üç dört saat kalıyoruz. Denize giriyoruz, Sergio'dan, bizden bahsediyoruz, mutlu oluyoruz işte. Perdigiorno'luk (berduşluk) yapıyoruz. Anlamında günü kaybediyoruz belki ama aslında baya bir şey kazanıyoruz.



Trenimiz altı buçukta ve dönmeden Benjamin'i de göreceğiz. Sergio'nun trenle gideceğimiz yönde, Menton Garavan diye bir durakta evi var ve bizi ağırlamak istiyor ama Nice merkeze geri dönmekte ısrar ediyoruz. Sergio'ya güvenmediğimizden değil... Benjamin'i görmeden gitmek içime sinmiyor.

Dönüş biraz yavaş oluyor... Arabaya biniyoruz ve kıvrımlı, yer yer gölge yollardan ilerliyoruz. Bir ara üçümüze de dejavu olamayacağını anlıyor ve aynı dairede döndüğümüzü fark ediyoruz. Saat ilerlese de bu hoşuma gidiyor, dedim ya, orada kalabilirim hep. Sonra birden radyoda Simply Red'den Stars çalmaya başlıyor, Sergio sesini açıyor. O anı anlatmak zor çünkü çok basit ve sıradan bir an. Kullanabileceğim özel sıfatlar yok. Sıfır adrenalin ama her şeyden daha güzel. Herkes susuyor... Bir şeyler oluyor ama anlatmak zor. Uykum geliyor ve güneşli gökyüzüne bakıyorum. Ne olduğunu bilmediğim bazı duygular geliyor ve muhtemelen gülümsüyorum. Vücudum arka koltukta erimiş ve zevkle yeniden oluşmuş olabilir. Güzel olan, Nisan da aynen böyle hissetmiş... Gerçi, bu kelimelerden sadece ben sorumluyum. O an:



Merkeze varıyoruz, Benjamin'e telefonla ulaşamıyoruz. İnternet bulamıyorum. Deliriyorum. Trene çok az kaldı. Sergio gidiyor, vedalaşıyoruz, evet evet asla unutmayacağız birbirimizi. Nisan'a ısrar ediyorum, Benjamin'in evine gidip kapıyı çalayım, belki evdedir. Koşmaya başlıyoruz, istasyon sağımızda, Benjamin'in evi ileride... Nisan'ın aklına dahiyane bir fikir geliyor. Tam da bu iki noktanın arasında kalan otelimiz var! Hemen oraya gidip internete bağlanıyoruz. Whatsapp'ten yazıyorum ama görmüyor. Dakikalar sonra tren kalkacak ve son tren... Minik bir kağıda not yazıyorum ve otel girişinin yanındaki pencerenin panjurunun altına bırakıyorum, oradan alması için bir mesaj daha atıyorum... Neden böyle bir şey yaptım bilmiyorum, anılara saygıyı saygı duruşu şeklinde gerçekleştiriyorum galiba.

İstasyona varıyoruz, on dakikaya yakın vaktimiz var. Ayaklarım tozlu. Su dökecek oluyorum, çamur yaparsın diyor Nisan, bırakıyorum öyle. Bunu niye yazıyorsam... Her yıkadığın şeyi temizleyemezsin diye bir şey çıkar mı buradan şimdi, alakasız?

Dönüşe dair bu fotoğraf her şeyi anlatıyor. Yarın Torino'daki son günümüz, Benjamin'e hoşçakal diyemeden gidiyorum, Eze'de geçirdiğimiz harika saatleri idrak edemiyorum... Sol taraftaki adam bizi kesip duruyor ve yerinde zıplıyor, güzelim günün sonuna sıçmasana be adam diyorum...




29 Kasım 2014 Cumartesi

Gün 5

Merak etmiyor muydunuz hikayenin geri kalanını? O geceden sonra ne oldu? Neden bu kadar ara verip bu seriyi tamamlamaya karar verdim bilmiyorum. Özledim galiba Torino’yu, Nice kaçamağını, Nisan’la prenses serseriler olmayı. Belki de uzaklaşmasını bekledim, biraz geçmişte kalsın da böyle çok özlediğin birine uzun bir aradan sonra nefes alırmışçasına sarılmaya benzesin şu yazmak işi.

* * * 

Uyuduğum şekilde uyandığıma eminim. Nasıl bir nostalji sarhoşluğu ise artık… Mutfağa gittiğimde Nisan uyanmıştı, Benjamin ve ev arkadaşı da yanındaydı. Benjamin bir gece önce bu çocuktan bahsederken, maaşının yüzde yetmişini pahalı bir saate ve geri kalanını da lüks bir otelin şezlonguna verebilecek birisi olduğunu söylemişti. İster istemez, gözlerim bileklerine gitti. Saatini takmamıştı ama birkaç saat sonra dışarı çıktığımızda biz halk plajına giderken, o otele doğru yol alacaktı.

Kahvaltı ediyoruz, sonra giyinip Place Garibaldi’ye doğru yürüyoruz. Benjamin salonda uyuduğu, biz de Nisan’la Benjamin’in yatağında uyuduğumuz için kendisine nezaketinden ötürü teşekkür ediyoruz ve beklenen bilgi geliyor: ‘’Sorun değil. Kız arkadaşım da çok horladığımda salona gönderiyor, çok rahat koltuk.’’ Kadın olmaya bazen katlanamıyorum: Sevgilisi olan eski sevgilinin gözde birden büyüme yapması. Aslında normal… Teknik olarak pabucun dama atıldığı bir durum. Yine de Garibaldi’ye gelip kafeye oturduğumuzda tipim şöyle, takmışım biraz kafaya, hehe.



Ama burada artık takmıyorum galiba, mesut gibiyim.

Kahveden sonra Benjamin ve arkadaşı öğle yemeği yemeye gidiyor, biz de Nisan’la plaja kaçıyoruz. Ha şunu atladım. Evden çıkmadan önce, Torino’daki ev sahibimiz Sergio’nun önceki gece attığı mesajı görüyorum: ‘’Biz de arkadaşımla Nice’teyiz, isterseniz bir şeyler içebiliriz.’’ Bir önceki gece yaşımıza yaraşır şekilde on bir buçukta arabada uyuyakaldığımız için cevap atamadığım bu mesaja, tarif edilecek daha iyi bir nokta yokmuş gibi, sahil boyunca birkaç kilometre uzanan Quais Des Etats-Units’nin çarşı tarafındaki ucunda, rastgele bir tabelanın az solunda kalan cankurtaran kulübesinin önünü tarif ediyorum. Ve güneşlenmeye iniyoruz. Nisan bir ara on tane insan bulsak yedisinin benzediği tipte bir çocuğu -hem de 150 metre uzaktan- Erasmus’taki manitasına benzetiyor ve sahilde amaçsızca bir takibe girişiyoruz sağ olsun. Sonra geriye, Sergio’ya tarif ettiğimiz yere dönüyoruz.

Çok güneş var.

Benjamin’in de Sergio’nun da geldiği yok, denize giriyoruz. Bir eğlence bir eğlence, yarım saate yakın suda duruyoruz. Neden sonra sahilde dikilip etrafına bakınan bir çocuk görüyoruz: Sergio. El sallıyoruz, bağırıyoruz ve bizi görüyor, o da el sallıyor. Denizde keyfimiz yerinde olduğu için sudan çıkmıyoruz, Sergio gelir diyoruz. Dalıyoruz, çıkıyoruz, sırt üstü yatıyoruz. Bakıyoruz, Sergio hala dikiliyor. Tekrar gülümsüyor, el ediyoruz, suda durmaya devam ediyoruz. Galiba beş dakikadan daha fazla süre kafamız basmıyor; çocuk aslında arabasını geçici olarak park etmiş, bizimle akşam planını konuşmak için gelmiş, sudan çıkıp havluların yanına gelmemizi bekliyor. Rezalet! Beş dakikadir suda kelebek gibi çırpınan halimizden utanıyor ve kıyıya doğru yüzüyorum. Kıyıdaki hafif dalgadan ötürü bir türlü doğrulamıyorum ve ortaya daha da gerzek bir görüntü çıkıyor: Sergio taşların üstünde, ben kıyıda her dalga ile savrulur vaziyette, Fransızların ortasında İngilizce-İtalyanca karışık konuşmaya çalışıyoruz. Arkadaşımdan bu anı resmetmesini istedim. Çünkü sahnenin asıl kahramanı, Sergio’yu hiç sallamayıp su balesine devam eden Nisan.


 
Sergio ile akşam buluşmak için sözleşiyoruz ve Sergio gidiyor. Plaja tekrar çıkıp yerimize yatıyoruz ve az sonra başımda bir gölge beliriyor: Benjamin. Yanıma oturuyor ve utana sıkıla bir şeyler geveliyor. Özetle, Antibes’de oturup çalışan sevgilisi Elodie sürpriz yapmış, akşam için Monaco'da havai fişek gösterisinin izlenebildiği lüks bir restoranda yer ayırtmış. Coğrafi konumlar da şu şekilde olduğu için, akşam Nice'te, Benjamin’de kalacaklar. 



Bir sürü özür diliyor. Aman yarabbi, işte bu andan itibaren ben, ‘’Noooo that’s okaaaaay, of course we can get the f*ck off Beeeen hahahaha’’ tarzı şakaya vuran, hafif bozulmuş ama bozulmamış gibi yapmaya çalışan bir insana dönüşüyorum. Hostel.com’dan bulduğumuz ilk otelden yer ayırtıyoruz ve Benjamin’le denize giriyoruz. Ee diyorum, nasıl bir insan bu Elodie? Materyal olgulara ziyadesiyle ehemmiyet gösteren Benjamin, noter olduğu ve ayda 5000 Euro kazandığı ile başlıyor. Güzel de bir kızmış, oh. Ben de güzelim ama! diyorum ve gülüyoruz ikimiz de. (Şu hayatta, içimden geçenleri bir tek kendime saklamayı bencillik olarak görüyorum da az insan anlıyor.)




Şimdi sıra eve gidip eşyaları toplamakta ki Elodie bizim varlığımızdan haberdar olmasın. Hah… İşte bu sanırım. Eski sevgilinin seni bir şekilde hala alakadar eden tarafı tam da bu nokta, birinde artık var olmadığının başka bir varlıktan dolayı tescillenmesi. 

Evde hızlıca hazırlanıyoruz. Elde torbalar, ıslak saçlar, Nisan’la şakalar: ‘’İç çamaşırımı şuraya atıvereyim de akşama Benjamin görsün gününü.’’ Şaka bir yana, hiçbir cadılık yapmadan çıkıp gidiyorum evden. Benjamin bizi üç cadde aşağıdaki otelimize bırakırken, arkamı dönüp baktığımda ikimize de garip geldiğini fark ediyorum.

Otele geliyoruz. Ah diyorum, eski sevgilim şimdiki sevgilisiyle bu gece Monaco'da havai fişek eşliğinde yemek yiyecek, bense tuvaleti bizim lisenin tuvaletlerinden hallice olan bir otelde kalıyorum. Neyse ki Nisan var yanımda. O da bir elbisesini arıyor ama bulamıyor. Eyvah! Yoksa Benjamin'in odasında mı kaldı? Öyle bir şey olursa herhalde önce Elodie Benjamin'i, sonra da Benjamin beni keser. Bilerek yapmadığımı da anlatamam, rezil olduğumla kalırım. Çok üstelemeyip bu endişeyi bir kenara bırakıyor ve Sergio ile buluşmak üzere sahile yürüyoruz. (Merak edenleriniz için, o elbise hiçbir yerde bulunamadı.) Çarşı dolaylarında su almak için Carrefour’a giriyoruz ve kendimizi bir hardal kavanozunda görüyoruz:

Bay Kötü Şans

Bazı güzel yerler.

Yine müthiş bir tarif ile aynı yerdeki trafik lambalarının altında buluşmayı önerdiğim Sergio’yu, gerçekten de ‘semaforo’nun altında buluyoruz. Elinde piknik çantası; bize aperitivo getirmiş! Plaja iniyoruz ve başlıyoruz.






Sergio’nun abimiz olduğunu öğreniyoruz, otuz dokuz yaşındaymış! Çantasından ucu görünen ‘Perdigiorno’ (İtalyanca'da berduş demek) kitabı bize göz kırpıyor; insan plansız yaşadığı kadar genç kalıyor adeta. Kim der ki iş yerindeki o insanlarla aynı yaşta diye? Perdere İtalyanca’da kaybetmek demek, giorno ise gün. Yok mu bir güzellik bu sözcükte? Günü kazanan o değil mi aslında günün sonunda? Hesabı yapılabilseydi bunun, muhakkak ki o ve onun gibiler olurdu kazanan.

Sergio aslında avukatmış ama iki yıl çalıştıktan sonra bırakmaya karar vermiş, tanımlı sıradan hayatları sevmiyor; aktörlük yaparak, bir de ev kiraları ve Vespa satışlarıyla geçimini sağlıyor. Bira ve cips faslından sonra, Sergio arabasıyla arkadaşının yanına gitmek için bizden izin istiyor; akşam yemekten sonra buluşacağız. Nisan’la uzun arayışlardan sonra bir yerde karar kılıyoruz, birkaç saat oradayız.


Oradan kalkıp sahilde yürümeye gidiyoruz.  Vitrin camlarında selfieler çekiyoruz. Annemin diktiği elbiseyi çektiriyorum Nisan'a. Yanıma kendini beyaza boyamış bir performans sanatçısı teyze gelmeden önceki an.




Sonra konu aşklara geliyor, diyoruz ki aşık olmuyoruz biz artık, olamıyoruz, olmaz mıyız da acaba. Ve tam o köşeyi dönünce karşımıza çıkan şey ikimizi de susturmaya yetiyor:

Cap ou pas cap kutusunun büyük boyundan.

Eh, diyoruz, herhalde bunu bir Fransız türbesi olarak kabul edebiliriz. Kendimize Guillaume Canet gibi bir adam diliyoruz. (Bilmeyenleri, 2009 yılında yazdığım, olgunlaşmamış zamanlarımdan bir Jeux D'enfants yazıma yönlendirebilirim. Yirmi yaşındayken insanın düşünceleri çocuksu oluyormuş gerçekten de ancak Guillaume Canet'yi hala diliyor olmam endişe verici. Tıklayın.)

Çarşı tarafına geri döndüğümüzde Sergio arıyor ve tam o sırada da karşı karşıya geliyoruz, Nice küçük yer. Bir sürü bara girip çıkıyoruz ama hiçbir yeri tam beğenmeyip geceyi harcıyoruz. Ertesi sabah bizi güzel bir sahile götüreceğine söz veriyor Sergio, buluşma yeri de yine duvarın şurası tarzında bir nokta oluyor ama endişe etmiyoruz çünkü bu belirsiz tarifler şu ana kadar yüzümüzü kara çıkarmadı.

Otele dönüyoruz. İki kişilik yatağı Nisan'a vermiştim, ben pencere kenarındaki teklideyim. İkimiz de ertesi günün hayatımızın en güzel ve unutulmaz günlerinden biri olacağından tamamen habersiz; uyuyakalıyoruz...

Commodore Hôtel, Rue Barberis, Nice